Mutlaka hepimizin aşkla ilgili fikirleri vardır: Sevmenin
zirve noktası olarak görülen aşk, kuvvetli bir cazibe, sevdiğin kişiden
ayrılmama arzusu, değer verilmenin hissettirdiği mutluluk, güçlü bir bağ
sebebiyle hissedilen sonsuz huzur…
Aşkın hayatımızda ki yeri büyüktür. Fikirlerimizi,
eylemlerimizi ve ruh halimizi değiştirme gücüne sahiptir. Sosyal yaşantımızda,
iş hayatımızda kısacası günlük performansımızda önemli bir rolü vardır.
PEKİ, AŞK NEDİR?
Kelime anlamı olarak ‘bir kimseye ya da bir şeye duyulan
aşırı sevgi ve bağlılık duygusudur.’ Aşkın tanımı tektir fakat yaşanma biçimi
dünyada ki insan sayısıyla doğru orantılıdır. Yani herkesin aşkı anlatış biçimi
ya da aşkı yaşayış biçimi otantiktir.
Aşka daha çok filmlerde, romantik şarkılarda, şiirlerde,
romanlarda rastlarız ve aşk hakkında düşüncelerimiz şekil almaya başlar. Aşkın
bilinen tarafları aklımızda bulunsun fakat insan beyninin nostaljik olanı
yüceltmeye eğilimli olduğunu unutmamak gerekir.
Aşk üzerine bugüne kadar en çok konuşanlar ve yazanlar
filozoflar ve edebiyatçılardır. Fakat son yıllarda ‘aşk’ bilimsel olarak da
araştırılmaların odağı haline gelmiştir. Bazı araştırmalar sonucunda aşkın
beynimizde kokain gibi bir etki yarattığına sonucuna ulaşılmıştır. Psikologlar
ve nörologlara göre aşkın, tıpkı açlık ve susuzluk gibi temel bir ihtiyaç
olduğu yargısına varılmıştır. O zaman aşkın hem psikolojik hem de nörolojik
boyutunu incelemek gerekir.
PSİKOLOJİK AÇIDAN AŞK
Aşk’ı psikolojik açıdan incelediğimizde insanın kendini
tamamlama arzusu olarak ifade edebiliriz. Kendi yaralarımızı ve açlığımızın bir
başkasıyla giderilmesi arzusudur. Bir başka deyişle Aşk, ‘ben kimim’ sorusunun
ötekinde arama girişimidir. Yani demek istediğim aşk, kişinin kendinde
hissettiği eksikliği bir başka kişide kapatma çabasının sonucudur.
Aşk, varoluşumuzu teyit etmenin yollarından bir tanesidir ve
bir varoluş kaygısının tezahürüdür.
Aşkın nasıl yaşandığı, aşık kişinin kendisini ve
çevresindeki insanları nasıl gördüğü, yaşadığı duyguları yorumlaması ve bu
duyguları nasıl ifade ettiği, değer yargıları ve inançları psikolojik
süreçlerin tümünü içermektedir. Bu sebeple aşık olan insanların bakış açıları,
duygularını yansıtabilme şekli ve davranışsal olarak farklılıklar gözlenmesi
mümkündür.
NÖROLOJİK OLARAK İSE;
Aşk ve sevgi kalbimizin değil, beynimizin bir işlevidir.
Bütün duygularımız beynimizin bir işlevi olarak limbik sistemde oluşur. Her
duygu türü kişide değişime sebep olmaktadır, aşk ve sevgi de insanda bazı
değişimlere sebep olur. Bu değişimler serotin miktarının azalması, dopamin ve
norepinefrin miktarının artmasıdır. Dopamin ve norepinefrin hormonları aşık
olduğunuz kişiye bütün dikkatinizi vermenizi ve dünyanın merkezi olarak onu
görmenizi sağlar. Sevdiğiniz kişiyle ilgili her ayrıntıyı, yaşadığınız anıları
hatırlamayı sağlayan ve o kişi olmadan yaşamanın imkansız olacağı duygusunu yaratan
hormon dopamindir. Dopamin ve norepinefrin hormanı artarken, serotonin azalması
takıntılı düşünceler kurmanıza neden olur.
Aşık olduğumuz zaman, oksitosin ve vazopressin
hormonlarımızda da artış meydana gelmektedir. Bu artışlar ise bağlanmayı
sağlar. Sevgi ve aşk zihnimizdeki bazı aktivitelerin gerçekleşmesini engeller
ve ‘aşkın gözü kördür’ inancı algımızda ki değişimler nedeniyle gerçektir.
Normalde insanları algılarken bazen beyin aktiviteleri sonucunda
değerlendirmeler yapılır ve sonuçlar ortaya çıkar fakat aşık olduğumuzda bu
mekanizmalar çalışmadığından dolayı algımız bozulur. Karşımızdaki kişiyi olduğu
gibi değil, nasıl olmasını istiyorsak o şekilde algılamaya başlarız. Yani
aslında aşık olduğumuzda körleşiriz. Bu körlüğün süresi aşkın ömrünü belirler.
Algılarımız düzeldiğinde hala yanımızda ki kişiyi sevebiliyorsak yani
duygularımız akılcı ve kalıcı ise yeterince gerçekçi ve olgun bir ilişki
yaşıyoruz demektir.
Aşkın kendisi mutluluk ve coşkudur fakat aşıkken bu duygular
hızlı inişler ve çıkışlar yaşayabilir. Eğer algıladığımız kişiyle, gerçek kişi
arasında fark büyükse o zaman mutsuz oluruz ve karşıda ki kişiyi değişmekle,
başkası olmakla suçlamaya başlarız. Aslında değişen karşıda ki kişi değildir.
Değişen şey sizin onu nasıl algıladığınız ve nasıl gördüğünüzdür.
Sinir sistemimiz, hormonlarımız ve vücudumuzda bulunan tüm
kimyasallar aşık olan kişide depresyona mı yoksa yaşadığı tutku ile
farkındalığının artmasına mı yol açacağı kişinin sağlıklı düşünebilmesi ile
alakalıdır.
İlişki içindeki beklentiler ve talepler olgunlaşmamış bir
aşkın özellikleridir. Beklentiler tatmin edilmediği noktada kişide acıya yol
açar. Olgunlaşmamış aşkta amaç sevgiye karşı bir şeyler elde etmeye
çalışmaktır. Burada yaşanan ilişki türü bağımlı bir insanın örneğidir. Aşık
olunan kişi beklentilere cevap veremediğinde ilişki biter.
Olgun bir aşkta ise, tutkudan daha önemli duyguların fark edilmiş
olması gerekir. Beklenti barındırmaz ve daha tatminkardır. Olgunlaşmamış
ilişkide bulunan bağımlılık hali Olgunlaşmış bir ilişkide bağlılık haline
dönüşür. Olgun aşk daha çok emek ve zaman ister.
Aşk başkasının sana hissettirdiklerinden ziyade, senin ona
koşulsuz olarak hissettiklerinle alakalıdır. Olgun aşkı yaşayabilmek için ilk
önce kendimizi sevebilmeli ve sağlıklı düşünceler barındırabilmemiz
gereklidir.
Leo Buscaglia’nın dediği gibi; ruhuna dokunan insanı bul.
Konuştuğunda gözleri gülen ve seni olduğun gibi seven.